İSA’DAN ÖNCE KORONA’DAN SONRA
İSA’DAN ÖNCE KORONA’DAN SONRA
(Dikkat! Bu yazının altında fon müziği var..)
Siz,
Bayır aşağı mermer merdivenlerden inerken,
Bir yerde bu müziği duyacaksınız!
Bundan emin olun.
…/
Dünya Sağlık Örgütü’nün raporunu beklemeden..
Ben size kesin kanaatimi açıklıyorum:
Virüs paradan bulaştı!
Tarladaki doğallığın içine kattıkları onlarca zehirli
tütünün içindeki paradan,
Depolarımıza doldurduğumuz yakıtın içindeki paradan,
“Soğuk içiniz” dedikleri kara suyun içindeki paradan,
Aylarca bozulmayan margarinin içindeki paradan,
İçinde iki fındık, bir avuç ayçiçeği olmayan yağdan,
Bozulmayan ekmeğin unundan,
İçinde süt olmayan yoğurttan,
Kışın ortasında kestiğimiz karpuzdan,
Sürme gözlü zeytinden,
Tuğla renkli biberden,
At etinden, it etinden,
ve onların kanına bulaşmış paradan…
Şimdi üstümüzden yel geçse yatağa düşüyoruz.
…/
Güneşimiz
Ayımız
ve oksijenimiz ortak dünyamızı başımıza yıktılar.
Ormanlarımızı yaktılar, ağaçlarımızı söktüler.
Denizlerimize kustular,
Dağlarımızı bombaladılar.
Ozonumuzu deldiler.
Güneşi kızdırdılar,
Ayımızı soldurdular.
Ev yapacağımız demirleri, delikli demir yapıp içine barut koydular.
On aileydiler;
Toprağımızı kokladılar,
Kulaklarını yere dayadılar,
Gözlerini yere diktiler.
Denizlerimize daldılar,
Irmaklarımızı gördüler.
Bunu..
Fransa’da, Almanya’da, Belçika’da, İsveç’te, İsviçre’de yapmadılar.
Kavimler kapısı, insanlık bekçisi, mazlumlar diyarı, altı zengin üstü hazine coğrafyamızda yaptılar.
Bir aile,
Kendisinin seçip yerleştirdiği başkanın ülkesinde savaş çıkarttı.
Diğer aile silah verdi,
Diğeri ilaç verdi.
Bir diğer aile savaş sonrası yıktıkları yeri gelip onardı.
Esrar verdi, eroin verdi.
Kendi kıblesine insanı insana kestirdi..
Ölen de tekbir çekti.. Tetiği çeken de..
Kuşu, suyu, bulutu, aldığı nefesi, yağmuru birbirine gidip gelen iki komşu birbirinin kanını içti.
Onlar;
Ramazanda sıcacık pidenin yanına koydular ve “Soğuk içiniz” dediler.
Bir damlası ana renginden beyaza çevrilmiş yakanıza düşerse..
Yanına, canımıza yapışan kimyasallı deterjanı koydular;
“Bir yıkamada tertemiz olur” dediler
Kanseri kanımıza sokup,
Kemoterapiyi, ölüm döşeğinde odamızın tavanına astılar..
“Kalkıp alabilecek mi” merakıyla odamıza geldiler..
Yastığımızın altındaki kefen paramızı uzattık;
Tavanda asılı duran kemoterapi serumunu bir nefes daha yakınlaştırsın diye..
Birden..
Ormansız kel dağdan bir rüzgar koptu.
Çiçeksiz ovadan barut kokusunu kattı önüne.
Kusmuk kokulu denizin suyunu da aldı yanına..
Toprak ana içindeki kan katran petrolü, gazı arkadaş etti onlara..
Hepsi birlik doldu içeri..
İşte o an ailenin temsilcisi yataktaki adamın eline verdiği kefen parası ile kalakaldı içerde.
Kapılar kapandı,
İçeri karardı.
Adamın para tutan elinde bir sıcaklık vardı.
Tanıdı bu sıcaklığı;
Kendi kanı akıyordu paradan.
Kan yükseliyor, yukarılara doğru çıkıyordu.
Altına çekebilecek bir şeyi yoktu.
Yataktaki adamın üstüne çıkmaya çalışıyordu.
Pis kokuyordu içeri..
Kan çenesini sıcacık geçiyordu..
Diliyle kanına dokundu,
Tanıdı kendi kanının tadını.. boğuluyordu..
Yoksul adamın tavanından iğne deliği kadar bir ışık sızıyordu sadece..
Mavi bir ışık,
Ve kulağına alkış sesleri geliyordu..
…/
(Şimdi burada alttan gelen fon müziğini duyacaksınız)
Adam..
Işığa şaşırarak bakıyordu.
Bir çift sarı kaşın güneş sarısından aldığı huzme ile bir çift masmavi gözden süzülüp geliyordu.
Tanıdı o gözleri..
Çin’in Mao’sunu,
Küba’nın Castro’sunu,
Yugoslavya’nın Tito’sunu,
Yendiği ordunun Generalini imrendiren, kendisine hayran bırakan adamın bakışlarıydı.
Yedi düvelin elinden aldığı yoksul toprağı “Vatan” yapan,
ve bu vatanı..
Mazlum milletlere örnek gösteren, ilham kaynağı eden adamın bakışlarıydı..
Köylüyü, toplumun efendisi yapan,
Vekil maaşını, öğretmen maaşına eşitleyen,
Naçiz vücudunu kendi hekimine teslim eden,
Kadını kürsüye, kokpite çıkaran,
Bozkırı başkent yapan,
Fabrika kurup baca tüttüren,
Şehirleri demir ile birbirine bağlayan,
Parkta Ülkü ile salıncağa binip,
Çanakkale’de şarapnel yiyen,
Mum ışında taktik çizen,
Boğazına giren virüsleri gördüğünde,
“Geldikleri gibi gidecekler” diyen
Adamın gözlerindeki ışıkta, kendi boğazına sızan kanı yutmak üzereyken..
“Keşke” dedi.
Ve damda neler olduğunu çok yaman merak ediyordu…
Damda şunlar oluyordu:
Yeni bir dünya kuruluyordu eski damın tepesine..
Altın döşemeli yeni damın çatısından ayağı kayıp düşenler vardı:
Yollara mayın döşeyip, kendi halkını kurşunlayanlar düşüyordu.
Yirmi birinci asırda, yeraltında ülke kurma hayalleri taşıyanların gözü kamaşıp düşüyordu.
Alışkındı gökler karanlığa..
Depremi havada sinek gibi yakalayıp, Manisa üzerinden Van’a gönderenler düşüyordu.
Cennete otobüs kaldıranlar, huri tüccarları düşüyordu.
Arsasını Pensilvanya’ya kiralayanlar düşüyordu.
Meclisini bombalayanlar,
Oğullarına, anlarını babalarını tank ile ezdirmek isteyenler düşüyordu.
Bedeni ülkesinde, beyni okyanuslar ötesinde yaşayanlar düşüyordu.
Kalemini Atlantik’ten dolduranlar düşüyordu.
Mikrofonu Brüksel’e bağlı olanlar düşüyordu.
İktidar saatini Washington’a ayarlayanlar düşüyordu.
İhanetçiler, hainler,
Halk düşmanları,
Ekranından zehir akıtanlar düşüyordu.
Damdan düşen her birinin sesi..
Adamın sesine çok benziyordu.
Adam boğuluyordu..
…/
Ve bir adam çıktı altın saçaklı damın tepesine..
Yaylandı çelik bacaklarının üstünde..
Ağrı Dağı’na yaslanır gibi yaslandı geriye..
İnce uzun parmaklarıyla uzakları gösterdi kalabalığa:
“Dinleyin” dedi.
“Gelen sesleri dinleyin, bize sesleniyorlar..
Şimdi, biz de onlara ses vereceğiz, seslerimiz karışacak birbirine..
Bu sesleri tanıyın, dinleyin..
Pekin’den, Şam’dan, Tahran’dan,
Bakü’den, Bağdat’tan, Kafkasya’dan bize bakıyorlar,
“Bize sesleniyorlar.. dinleyin!” dedi.
Sonra Ortadoğu’dan Kafkaslara, Balkanlara ve
Uzakdoğu’dan çektiği nefesini göğüs kafesine doldurdu:
“Gün bugündür!
Bu son kavgamızdır
Dün en yoksul anımızda vurmuşlardı bizi..
Ama biz sabandan öküzün tekini ,
Atımızın ayağından nalını söküp verdik fakir ordumuza..
Lambamızdan gazın yarısını,
İçimizdeki fanilayı verdik.
Kızlarımız çeyiz sandıklarını bozdular.
Biz harmandan buğdayın yarısını,
Tumanımızdaki lastiği verdik.
Ayağımızdaki yün çorabı.. çarığı..
Donmasın diye Mehmedimiz, sırtımızdaki urbayı verdik.
Zemheri ortasında..
Şimdi yine vereceğiz..
Avuç avuç su vereceğiz birbirimize..
Ekmekler asacağız birbirimizin kapısına..
Daha dün..
Yalova’da, Gölcük’te, Düzce’de alkışladık;
Enkaz üstünden bize el uzatanları..
Daha yeni..
Van’da buz elimize sıcak ellerini uzatanları alkışladık..
Bugün.. işte burada.. şimdi,
Canımıza can üfleyen sağlık ordumuzu alkışlıyoruz.
Bugün,
Cephede en önde görev onların!
Yarın kapandığımız evlerimizde karnımızı doyuran efendilerimizi, köylülerimizi alkışlayacağız.
Sınırdan Mehmedimiz..
Şehirden polis Ahmedimiz gelecek..
Sonra tüm ezilenler birleşip dünyanın tepesinde birbirimizi alkışlayacağız..
Biz kurtaracağız dünyamızı..
Gün bugündür!
Emperyaller, kapitaller bir avuçtur.
On kişilerdir..
Biz gökte yıldız,
Yerde karınca, suda balık kadar çoğuz..
Bu son kavgamızdır.
Onların, kendilerini korumak için sokağımıza diktikleri,
Karakollardaki köşe başlarında bekleyen polisler bizim çocuklarımızdır.
Bir teki, kendi çocuğu değildir..
Biz sokak başlarında ambulanslar bekleteceğiz,
Sağlığından şüphelendiğimizi, bugün alkışladığımız hekimlerimize vereceğiz.
Bütün fabrikalar, bütün sanayi bizimdir.
Şimdi..
Fişini Beyaz Saraylara bağlayanlara sesleniyoruz:
Çekin fişinizi oradan!
Bir masa kurduk Başkentimizin orta yerine..
Gelin..
Unutun geçmişi,
Akıllarınızı, beyinlerinizi alın gelin.
Birleşelim, birlik olalım.
Hiç kimsenin aklı o masanın toplam aklı etmez..
Ayağımızın altında kendi kanında boğulan, şimdi hepimizin düşmanıdır..
Yaptık bunu daha evvel;
Eskişehir’den, Afyon Ovası’ndan önümüze katıp İzmir’de denize döktüklerimizdir bunlar !
Antep’te ilk kurşun attıklarımızdır.
Urfa’da atımızın ayakları altında kalanlardır bunlar..
Bağdat’ı yakanlar,
Babil Bağlarını yıkanlardır,
Bin yıllık beynimizi, kütüphanemizi yakanlardır bunlar.
Şimdi açın kanadınızı ey Zümrüdü Ankalar..
Ergenekon’un yeni körükçüleri..
Çırpın kanatlarınızı..
Haydi muştulayayım size:
Hepimizin, birer evladı içinde olan Bandırma Gemisi Akdeniz sularına indi!
Duyun siren seslerini,
Bağdat, Şam, Pekin, Tahran, Bakü, Kafkasya, Hint…
Mazlum milletlerin filoları selamlıyor..
Duydunuz mu?
Kabartın kulaklarınızı..
Tüm gemiler aynı marşı çalıyordu:
İzmir'in dağlarında çiçekler açar
Altın güneş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa! Yaşa!
Adın yazılacak mücevher taşa.
Kendi kanında boğulanların üstündeki altın saçaklı damdaki adamın omzundan,
Güneş yine doğudan daha parlak doğuyordu..
ve güneşi gören tüm Koronalar adamın kanlı ağzından içeri akıyordu.
Güneş çok parlaktı.. çoook!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.