ONUN ADI HÜZÜN
SARIKAMIŞ HAREKÂTI HİKÂYELERİ
Araştırmacı yazar Hülya Türk Boyacıoğlu’nun, “Onun Adı Hüzün” yazısı:
Sarıkamış’ta doğmuş, gençliğini orada yaşamış biri olarak bugüne kadar Sarıkamış’a dair ve orada yaşadığım mutlulukla hatırladığım anılarımı yazdım hep. Oysa yazar olarak en önemli görevim Sarıkamış üzerine bir roman yazmak olmalıydı. İçimdeki sese kulak verip yıllardır bunun üzerinde düşünürüm, nedense iç sesimin eli boğazımı sıkıyor ve yazmamam için sanki beni engelliyordu.
Büyüklerimizden duyduğumuz, adeta bir masal gibi dinlediğimiz öylesine acı hikâyeler vardı ki… Bu hikâyelerin gerçekliği bir yana yaşanmışlıkların acısını yüreğimde hissettiğimdendir belki yazamamam, belki de o dağın eteklerine vardığımda kulağıma gelen asker iniltileriydi beni yolumdan alıkoyan.
Bunun adı ne olursa olsun içimdeki sesin adı hüzündü…
Adının her harfine çok hikâyeler yazdım, anılarımın başkentiydi Sarıkamış. Çok zarifti, Alpler kadar muhteşem, yağmur ormanları Amazonlar kadar gizemliydi. Her kilometrekaresi başka bir hikâye barındırıyordu.
Bahar geldiğinde gözlerinden akan yaşlar yol alıp giderken ardında bıraktığı çamurlardı Sarıkamış'ı anlatan.
Doksan bin vatan evladını yutarken dağların, rüzgârla gelen tipinin sesi, yok olan bedenlerin ağıtıydı. Kış gelip karlar yağmaya başlayınca ne o canları saklayabiliyorsun ne de hikâyelerini.
Yine Aralık ayındayız, yine o yitip giden canların hüznü sardı bedenimizi. Rainer Maria Rilke’nin dediği gibi “Kalbimi nasıl tutsam da seninkine değmese.”
Ne soğuk bir gece, bütün cümlelerim firarda, aklım sende. Kalorifer peteğinin yanında oturup sıcak çayımı yudumlayarak yazdığım şu hikâyelerde içim başka üşüdü, dışım başka türlü…
***
Uzun bir hikaye ama lütfen okuyun, neden hüzün duyduğumu daha iyi anlayacaksınız.
Yıl 1914... Sarıkamış’ta aralık ayının en soğuk günlerinden 22 Aralık gününü gösteriyor takvimler. Isı sıfırın altında kırk derecelerde.
Başkumandan vekili Enver Paşa Kars’ı Ruslardan geri alabilmek için üç bin rakımlı Allahuekber dağlarını aşarak Rusları hiç beklemedikleri bir anda vurmayı planlıyordu.
Askerlerin üzerinde kış aylarına uygun olmayan ince üniformalar vardı. Ağızdan sıçrayan tükürüğün bile havada donduğu bir ortamda askerin bu durumdayken sağ kalması mümkün değildi.
O günlerin yakın tanığı Kurmay Subay Şerif Bey "Sarıkamış" adlı kitabında şöyle anlatıyordu yaşadıklarını:
’’…En nihayet dağa çıktık. Bizi çok geniş ve uçsuz bucaksız sanılan bir kar yaylası karşıladı. Pek yorulmuş ve takatsiz düşmüştük. Tam yayla üstünde keskin bir rüzgâr ve şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye yardım etmesi ve hatta söz söylemesi, sesini işittirmesi imkânı kalmadı. Uzun, sonsuz denecek kadar uzamış olan yol kolu dağıldı. Herkes kendi canının derdine düştü.
Asker enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında, nerede bir kara nokta, dumanı çıkan bir ocak gördüyse oraya saldırdı ve kolordu çözülüp eridi... Subaylar çok uğraştılar, fakat kimseye söz işittirmek gücü kalmamıştı. Hala gözümün önündedir; yol kıyısında karların içine çömelmiş bir er, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyor, tırnaklarıyla kazıyordu... Kaldırıp yola götürmek istedim. Er önceki hareketlerini hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı cinnet geçiriyordu... Böylece şu uğursuz buzullar içinde biz belki On binden çok insanı bir günde karların altında bıraktık ve geçtik...’’
Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkan Vekili Dük Aleksandroviç Pietroviç Sarıkamış’ta gördüklerine anılarında şöyle yer vermiş:
"İlk sırada diz çökmüş dokuz kahraman. Mavzerleriyle nişan almışlar, tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar... İkinci sırada cephane taşıyanlar var, sandıkları bir avuçlamışlar ki, kâinattan hırslarını almak istiyor gibiler. Öylesine kaskatı kesilmişler... Ve sağ başta Binbaşı Nihat. Dimdik ayakta, başı açık, saçları beyaza boyanmış, gözleri karşıda...
Allahuekber dağlarındaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel, Allah’larına teslim olmuşlardı."
Donmaktan kurtulan bir askerse, o günlerde yaşadıklarını anılarında şöyle anlatıyordu:
“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklolduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekrar takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır.
Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kız kulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükür olsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”
Yaşanan gerçekler he ne kadar sonradan anı gibi anlatılsa da acısı her zaman tazeliğini koruyor. Yaşananlar dün gibi…
Sarıkamış’ta yaşayan ve o günlerde çocuk olan bir ihtiyar şöyle anlatıyor gözlemini:
“Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu yanlarına gidince anladık…”
Çocukluğumda büyükbabamın anlattığı beni en çok etkileyen ve ruhumda fırtınalar yaratan hikâyelerden biri de şudur;
“Allahuekber dağlarında karda yürürken taşıdığı teçhizat bedenine ağır gelen ve soğuktan gözlerinin akına kadar titreyen Kayserili Hasan dengesini kaybedip Allahuekber dağlarının tepesinden eteklerine kadar yuvarlanır. Onu oradan kurtarmanın mümkün olmadığını gören askerler yollarına devam ederler. Ancak, bir arkadaşı vardır ki sürekli olarak geriye dönüp bakar ve arkadaşının iniltilerini duyar. Hasan yeni doğmuş ve yüzünü görmediği bebesi ile karısının adını sayıklayarak donar.
Rivayet odur ki Allahuekber dağlarının eteklerine vardığınızda bir inilti duyulur, inilti ile karışık mırıldanmalar olur. İşte o inilti Hasan’ın iniltisi, mırıldanmalar ise oğlu ile yavuklusuna kavuşamadan ölmesinin sızısıdır.”
Hikâye bu, belki doğru belki efsane. Ancak, şunu unutmamak gerekiyor ki; Sarıkamış harekâtı geride doksan bin can ile doksan bin hikâye bırakmıştır. Herkesin bir hikâyesi olduğu gibi…
Sarıkamış kuşatma harekâtı aşırı soğuk ve açlık yüzünden, hedef ele geçirilemeden, 5 Ocak 1915’de sona erdi. Yurdun dört bir yanında birçok ocak söndü. Çocuklar yetim, ana babaların gözü yaşlı kaldı.
Düne kadar tarihimizde saklanan bu tarihi gerçekte hayatlarını kaybeden şehitlerimize hak ettikleri şekilde anma törenleri yapılıyor ve onların yürüdükleri yollardan yürümeye çalışıyor gençlerimiz. Bu hikâyelerin ve Sarıkamış Dramının ortaya çıkmasında büyük emekleri olan Sayın Dr. Bingür Sönmez’e, türküleriyle ve araştırmalarıyla o günlere bir mum yakan THM sanatçısı Sayın Recep Ergül’e ve bu konuda çalışma yapan herkese bir Sarıkamışlı olarak sonsuz minnet ve şükranlarımı sunuyorum.
Kaynak: (Tarihi Bilgiler ve Anılar)
Yetkin İşcen: Sarıkamış Sibirya Belgeliği
Metin Yazarı: Hülya Türk BOYACIOĞLU
Kaynak:Ata Gence TAN
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.