Başkan Ocak: "Başkasının Ayakkabısı.."
Kars Dolunay Derneği Engelliler Birim Başkanı Faruk Ocak, "Başkasının Ayakkabısı.."
Mizah dünyamızın önemli figürlerinden olan Nasrettin Hocamız, mesajlarıyla bize ışık tutup sosyal hayatımızdan izler sunan kültürel bir kahraman.
Her bir hikayesinin ayrı ayrı kıssası olduğu kadar birbirini tamamlayan fıkraları da az değildir.
Nasreddin Hoca bir yaz gecesi damda yatarken, artık nasıl olduysa olmuş, aşağı düşüvermiş.
Gürültü patırtı derken, Hoca’nın başına toplanmışlar. İçlerinden biri, “Hocam, hâlin nicedir; ne yapalım,” deyince:
“Tez,” demiş, “bana damdan düşen birini getirin. Hâlimden ancak o anlar!”
Empati, belli ki hoca zamanında da “hayata dahil olamayan” bir kavrammış.
Hal böyleyken Nasrettin Hoca da “halinden anlanması” için “kendisi gibi damdan düşen birini” talep ederek yüzyıllar sonrasına mesajını gönderivermiş.
Empati, “ateş düştüğü yeri yakmaya devam ettiği” müddetçe zor ama, sosyal tekâmül devam ediyor.
İngilizceden "başkasının ayakkabısını giymek" şeklinde tercüme edilen “put oneself in another person’s shoe” ifadesi, empati kavramını somutlaştıran bir metafordur. Bu ifade, başka bir kişinin hayatının şartlarında yürümeye çalışmak, yani onun deneyimlerini, zorluklarını ve duygularını anlama gayretinde olmak anlamına gelir. Başkasının ayakkabısını giymek, geçtiği yollardan o ayakkabılarla geçmeye, onun perspektifinden bakmaya ve onun yaşadığı şeyleri anlamaya çalışmak demektir.
Ama “başkasının ayakkabısı giymek” için önce onunla aynı düzlemde olmak gerek.
Bizim gibi gerek sosyoekonomik gerekse sosyokültürel anlamda Everest’te yaşayanların da yeraltında can çekişenlerin de olduğu bir toplumda bu ne kadar mümkün?
Çifter çifter maaş alanla asgari ücretin de altında maaşa mahkûm edilen bir olur mu mesela?
Ya evinden hiç çıkamayan bir insanla istediği zaman sokak sokak, şehir şehir gezebilen bir diğeri?
Ya da yeteneği ve kapasitesi ölçüsünce eğitim alanla yeteneği ve kapasitesi olsa dahi bu eğitime erişemeyen, erişse de iş bulamayan, çalışamayan, yeteneğini ortaya koyamayan…
Liste uzar gider.
Everest’teki bir sonraki aşama olarak uzaya mı çıkar, yer altındaki magmada yanmaya mı bırakılır bilinmez ama… En azından ortalarda bir yerlerde yaklaşabilseydik birbirimize… O bile yetebilirdi.
Bu olmadığı takdirde durum bizi Nasrettin Hoca’nın şu fıkrasına götürür ister istemez.
Komşusu, Nasrettin Hoca’yı ve birkaç kişiyi daha yemeğe çağırır. Sofraya otururlar. Ortaya buz gibi bir tas hoşaf gelir. Ev sahibi, Hoca'nın ve misafirlerin önüne küçük kaşıklar koyar.
Kendi önünde de kocaman bir kepçe.
Ev sahibi, elindeki kepçeyle “ohhh, öldüm!” diyerek hoşaftan içtikçe, içer.
Hoca ve diğerleri küçücük kaşıkla hoşafın tadına bir türlü varamazlar. Hoca bakar ki olacak gibi değil, kepçeyi ev sahibinin elinden alıp “Efendi, efendi!” der, “Ver şu kepçeyi de biraz da biz ölelim!”
Dedim ya…
İnsanlar arasındaki uçurumlardan sebep başkasının halinden anlamakta problem yaşıyoruz. Çoğu zaman birbirinden berbat hayatlarımızla bir başkasına ayar çekme sevdamızdan, başkasının nasıl ve ne şekilde yaşayacağına dair müdahil olmaktan geri durmuyoruz.
Nasreddin Hoca çarşıda dolaşırken adamın biri, “Hocam, az önce nar gibi kızarmış bir tepsi baklava götürdüler şuradan," demiş.
Hoca, hiç umursamadan mırıldanmış.
"Bana ne?"
"Ama,” demiş adam; “baklava tepsisini sizin eve götürdüler."
Hoca ters bir ifadeyle dönmüş adama.
"E o zaman sana ne!!”
Klasik bir söylemdir; “herkes kendi evinin önünü süpürürse tüm şehir temiz olur” denir. Bu, hayatın birçok alanı için de geçerlidir aslında…
Herkes kendi hayatını kendisi için yaşanır kılarsa, herkes başkasının ne yaptığı ya da yapmadığı ile ilgilenmeden kendinden sorumlu olduğu bilinciyle yaşamaya çalışırsa hayat daha yaşanılır hale gelir kanaatindeyim.
Yani hocanın baklavasıyla uğraşmak yerine ne yemek istediğine karar vermek ve o yiyor diye değil insan olarak baklava yemeye hakkın olduğunu bilmek, hakkın olanın peşine kimsenin hakkını yemeden düşmek.
Yüzyıllardır insanlık, kendine yani doymak bilmez açgözlülüğüne rağmen, yine kendi huzur ve mutluluğu için beşerî ve ilahî kaynaklı reçeteler ile çözüm aramış. Bu reçeteler başarısız olmuş çünkü her reçete kendi istismarcısını yaratmış. Birinin yiyip diğerinin bakması şöyle dursun, ortalık “ele talkın verip salkımları üçer beşer yutanlara” kalmış.
Hal buyken geleceğin bu üç Nasrettin Hoca fıkrası üzerine şekillenmekte olduğunu/şekilleneceğini düşünmekteyim.
Yani, kendini zor durumda olanın yerine koyup o yönde abartısız ve kişisel beklentisiz şekilde destek olan ama asla kimin ne olduğu, nasıl yaşadığı gibi unsurlarla ilgilenmeyip kendi hayatının ya da hayat modelinin “en …” olduğu sanrısıyla bunu kimseye dayatmaya çalışmayan bireylerden oluşan bir toplum ve bunu destekleyen, vatandaşlarını aynı gönenç düzeyine taşımayı varlık sebebi sayan bir sosyal devlet.
Uzun bir cümle oldu ama gerçek bundan da uzun… Hayata geçirmek zaman isteyen zor bir tekâmül süreci… En azından ülkemiz için…
Zor ama imkânsız değil.
Bu arada şununla bitirelim.
Herkesi kendin gibi bilmek empati değil, tam tersi herkesin “senin ayakkabınla” gezdiğini varsaymaktır.
Kaynak:haber merkezi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.